10 Nisan 2017 Pazartesi

O B S E S İ F




Obsesif bitti.  Öncelikle gayet akıcı, anlaşılır ve bir an önce arka sayfayı çevirmek isteyeceğiniz kadar sürükleyici bir dilde yazıldığını söylemeliyim.

Hikaye , bir psikopat tarafından kaçırılarak , dağdaki bir kulübede bir yıl boyunca tutsak olarak tutulan Annie’nin  kurtulduktan sonra bu dönemde yaşadıklarını paylaştığı  psikiyatrist ile olan seanslarını içeriyor. Ve siz bunları satır satır okuyorsunuz.

Bu kurguda anlatılanlar gerçekten inanılmaz, korkunç, iğrenç, dehşet verici v.s. daha bunun biri birçok şekilde ifade edilebilirim.

Boğazınızın düğümlendiği , kanınızın donduğunu hissettiğiniz anlar var, okurken farkında olmadan kitabı sımsıkı tuttuğunuz için parmaklarınızın gerildiğini sonradan fark ettiğiniz satırlar var. 

Ve bence bunlardan çok daha korkunç olan bir gerçeğin ortaya çıkışı var....

Eğer okumayı düşünürseniz asla zaman kaybı olmayacaktır, tavsiye ederim 😉

Ben bu kitabı geç kalmış bir okuyan olarak 2017 favorilerime girdi diyebilirim...


KIRMIZI PAZARTESİ


Kırmızı Pazartesi’nin Gabriel García Márquez’ e 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazandırdığını biliyordum, ancak bu hikayenin Marquez’in çocukluğunu geçirdiği Kolombiya’ nın bir şehrinde gerçekleşmiş gerçek bir cinayet olduğunu bilmiyordum. Bunu da tamamen bir tesadüf eseri öğrendim. 

Zaten kütüphanemde vardı ve bende hemen okuma listelerimde öne aldım ve okudum.


Gabriel García Márquez, 1982 yılında edebiyat alanında kazandığı Nobel ödülünü İsveç'in Stockholm şehrinde Kral Carl Gustaf'dan almış.

Daha önce bu yazara ait yine hepimizin bildiği Benim Hüzünlü Orospularım’ı okumuş ve çok beğenmiştim. Ama geçen gün kitaplığımda aradım bulamadım. Yine bir arkadaşa vermişim ve geri gelmemiş muhtemelen.. Böyle unuttuğum sonradan aklıma gelen kitaplar oldukça içimden neler geçiyor bir bilseniz.. 😈 Neyse konumuz bu değil..

Gelelim kitaba.. Cinayet romanları okumayı çok seven bir okur olarak, hikayenin içine dalar, o mu yaptı ? bu mu yaptı ? bence bu da olabilir ? diye sürekli bir döngünün içinde olur çoğu zaman tahmin eder, bazen de ciddi anlamda ters köşe olurum.

Ama bu kitapta , kurbanı, katili, ne ile öldüreceğini, cinayetin nedenini hepsini biliyoruz ve onca şeye rağmen adım adım kaçınılmaz cinayet anına gidiyoruz.

Kitap, Angela Vicario ve Bayardo San Roman'ın düğünüyle başlıyor. Bayardo San Roman, bölgeye henüz yeni taşınmış olan gizemli bir yabancı. Evlenmek üzere bir kız aradığını söyleyen bu adam bir gün yolda Angela’yı görür ve onunla evleneceğini söyler. Çok zengin olduğu içinde kızın ailesi bu işe tamam der ve çok görkemli bir düğün töreni düzenlenir.

Ancak bu evlilik sadece 6 saat sürer. Bayardo, Angela’nın daha önce başka bir birlikteliği olduğunu anlayınca kızı evine geri getirir. İşte olaylar bu andan itibaren başlar.

Kızın ikiz kardeşleri olan Pablo ve Pedro ona bunu kimin yaptığını sorduklarında, kız Santiago Nasar cevabını verir. Bunun üzerine Pablo ve Pedro ellerine en kaliteli kasap bıçaklarını alır ve Santiago'yu öldürmek üzere yola koyulurlar.Olay artık namus meselesidir.


Bundan sonrasını aslında çok anlatmak istemiyorum. Çünkü ; ellerinde tek bir delil bile olmadan, gerçekten suçlu olup olmadığını bile bilmedikleri, sadece Angela’nın “o yaptı” demesi ile bir insanın nasıl öldürüldüğünü, herksin bunu bilmesine rağmen nasıl engel olmadıklarını ve bu cinayetin gerçekleşmesine kadar olan aksi tesadüflerin nasıl olup da bir araya geldiğini siz okumalısınız..

Ama mutlaka okumalısınız...



Bir Kadının Yaşamından 24 Saat


Stefen Zweig, içeriği oldukça yoğun olan hikayeleri kısacık ve çok etkileyici öyküler haline getirebilen çok usta ve üretken bir yazar.

Bir Kadının Yaşamından 24 saat ‘de böyle bir öykü işte.




Hikaye;  1904 yılında Fransız Rivierasında bir grup tatilcinin kaldığı küçük bir pansiyona  yakışıklı ve genç bir adamın gelmesi ile başlıyor. Bu son derece yakışıklı Fransız geldikten 24 saat sonra pansiyondan ayrılarak ortadan kayboluyor.  Ancak tek başına değil. Pansiyonda bir süredir tatil yapmakta olan evli, çocuklu ve son derece mazbut bir portre çizen Madam Henriette ile birlikte…

Bu durum elbette ortalığı ayağa kaldırıyor. Pansiyonda kalanlar hemen yoğun bir ahlakçılık ile bu durumu eleştirmeye başlıyor. Evli ve çocukları olan br kadın nasıl olur da 24 saattir tanıdığı genç bir adam ile  gider? Çocuklarını nasıl bırakır? Kocasını bu şekilde bırakmaya ne hakkı vardır? Önyargı, aşağılama, yargısız infaz tam gaz devam etmektedir. Bu kadını bu insanlara karşı savunan bir kişi vardır. Pansiyondaki tatilcilerden biri olan hikayemizin anlatıcısı. O bu konuya daha derin bakmaktadır. Kadını savunurken kullandığı bir cümleyi aşağıda belirttim. Özü bu..

Bir kadının, kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutukularının peşinden gitmesini, genelde olduğu üzere kocasının kollarında gözleri kapalı onu aldatmasından daha dürüstçe buluyorum”

Elbette onun bu sözlerini hiç kimse onaylamaz. Sadece bir kişi o bu konuşmaları yaptıktan sonra onunla konuşmak ister. Mrs. C. , ve anlatıcımıza hayatının 24 saatlik bir zamanını anlatır.
İşte bu 24 saat bir kadının hayatında neleri, nasıl değiştirdiğini, alınan bir kararın neleri kaybettirdiğini ya da kazandırdığını, sıradan bir 24 saatin nasıl ömre bedel bir 24 saat haline geldiğini görüyorsunuz.

Ve siz bu satırları okurken bir kez daha yazara hayran kalıyorsunuz.


Bu kitabın içinde beş ayrı hikaye var.

İlki ;Kitabımızın da adı olan ;  Bir Kadının Yaşamından 24 saat, diğerleri ; Kitapçı Mendel, Bir Yaz Öyküsü, Kızıl ve Yalnız İki İnsan.

Bu hikayelerden beni en çok etkileyen bir diğeri de Kitapçı Mendel’di..

Bu hikayede ; tüm gün Cafe Gluck’da oturan , kitaplara, özellikle antika değeri olan bilimsel kitaplara düşkün, onların alım satımını yapan ama kâr amacı gütmeyen kitap komisyoncusu , kitap sihirbazı Yahudi Jacob Mendel ile tanışıyoruz.  Mendel, isteyene istediği kitabı temin edebilen,  herhangi bir kitabın yazarını,  yayınevini, fiyatını, nereden bulabileceğinizi kısacası künyesini söyleyebilen ayaklı dev bir kütüphane.

Yazarın tanımı ile ;

“Onun dünyasında paranın yeri yoktu. Mendel’i sırtında hep aynı eski, aşınmış giysisiyle görürdünüz. Sabah, öğle, akşam önünde bir bardak sütle bir iki dilim ekmek dururdu. … O yaşamazdı. Onda tek yaşayan gözlük camlarının ardındaki iki gözdü. Bu gözler Mendel’in gizem dolu beynini kelimeler, kitap başlıkları ve yazar isimleriyle sürekli doldururdu. … İnsan özellikleri arasında tek tanıdığı, her insanda görülen. gururdu. …

“Viyana’da ve Viyana dışında onun bilgilerine saygı duyan ve onlara gereksinimi olan birkaç düzine insanın yaşadığını bilmesi de onun gururuydu.”

“Diğer müşterilerle hiç konuşmaz, günlük gazeteleri okumazdı. Dünyada neler olup bittiğinden habersizdi.”

O dönemlerde Birinci Dünya Savaşı  patlak veriyor. İşte bu savaş , güncel olaylarla ilgilenmeyen, gazete okumayan hatta etrafında çıkan yangını bile fark etmeyen, dünyadan bir haber bir adamın sonu oluyor 😐

Ve günün birinde, hiç olmayacak bir sebepten, gizli polis Mendel’i de tutukluyor. Çok basit bir nedenin sebep olduğu tutuklama sonunda iki yıl toplama kampında kalıyor “Jacob Mendel iki yıl boyunca toplama kampında, insanları tıkmış oldukları o dev barakada, çevresinde çoğu okuma yazma bilmeyen insanlarla birlikte…” 

Mendel gibi bir adam için kitaplardan uzak, böyle bir yerden daha yıkıcı ne olabilir ki... Bunun devamında da hikaye son derece akıcı ve sürükleyici bir dille devam ediyor ve can yakıcı bir sonla bitiyor.